yuce sevgim
  Sarmaşık
 

Sarmaşık

 

Ağır ağır yürüyordum. Birden, okula gittiklerini tahmin ettiğim gençleri gördüm. Şunlara bak!… Ne kadar da mutlular!? Her birinde bakışlarımı gezdirirken, lise yıllarım, birden bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiverdi. Allah’ım; ne güzel, ne mutlu günlerdi! “İnsan hep böyledir işte; her zaman geçmişi özler ve öyle bir an gelir ki, geçmişi özlediği günleri de özlemeye başlar.„ diye içimden geçirirken bana pek de tanıdık olmayan bir sesle irkildim:

“-3099 Yasemin Biçen, siz misiniz?”

Şaşırmıştım. Karşımda uzun boyu, iri yeşil gözleri ve artık benimkiler gibi beyazlaşmaya yüz tutmuş saçları ile bana okul numaram ve adımla hitâbeden hanımı, şöyle bir süzdükten sonra, birdenbire kim olduğunu hatırladım ve:

“-Merâl, sen ha! Ah… Nerelerdesin, nerelerdesin?!…” gibi şaşkınlıkla karışık sevinç sözleri, dudaklarımdan dökülüverdi. Hey gidi günler hey!… Yirmiiki yıldır haberini alamadığım, lisedeyken yıldızımın bir türlü barışmadığı Merâl… Yine de hasretle birbirimize sarıldık. Ben şaşkınlığımı hâlâ üzerimden atamazken, o, geçmişte olduğu gibi duruma derhâl kendini uydurmuştu:

“-Ayol nerdesin kuzum? Seni aramaktan canım çıktı.”

Beni aramasına şaşırmıştım ama, aranmak ve özlenmek hoşuma gitmişti nedense…

Özlemek… Hatıraya karşı duyulan açlık; bir şeye hasret olma… “Özlem olmasaydı, edebiyât olmazdı„ diyen edebiyât hocamı anmamak mümkün mü şimdi?

“Gel şuraya oturalım biraz, senden dinleyeceğim çok şeyler vardır herhâlde„ derken, kendimizi bir çay bahçesinin serinliğinin ortasında buluverdik.

Çayları söyledi. Hiç değişmemiş; hâlâ o şen şakrak, dünyayı umursamayan, belki de böyle olduğu için bir türlü anlaşamadığım Merâl… Ama, o anda ona o kadar ihtiyâcım vardı ki… “İnsan bugünün bıkkınlık çukuruna düştüğü zaman, birden, yanında hatıra sarmaşığı bitiverir. Büyür, büyür ve insan ona sarılarak aydınlığa çıkar.„ Bu sözü nerede okuduğumu bilmiyorum ama, ruhumun tercümanlığına bu derece lâyık bir ifâdenin her zaman bulunamayacağı gerçeğinin de farkındaydım.

Ben bunları aklımdan geçirirken, çaylar geldi ve ben, bunca yılın biriktirdiği hatıra hasretinin harâretine borçlu olduğum bir samîmiyetle sordum:

“-Hayret ettim doğrusu Merâl, yirmiiki yıldan sonra beni nasıl tanıyabildin?”

Gerçekten de hayret etmiştim. Zirâ liseden sonra hiç görüşmemiştik. “Görüşmemiştik„ diyorum; çünkü onunla fındık kabuğunu doldurmayacak sebeplerden ve _çoğunlukla benim çıkardığım_ kavgalar, ağız dalaşları yüzünden aramıza mesâfeler girmişti. Kendinden gâyet emin bir tavır ve yüzünden eksiltmediği tebessümü ile cevap verdi:

“-Hiç değişmemişsin ki… Şu birkaç beyaz tel hâriç, menekşe rengi gözleri ve yürüyüşünden bile farkedilebilen asabiyyeti ile 3099 Yasemin, seni unutmak mümkün mü?”

“-Doğru…” dedim; “-Doğru, çok sinirli ve hırçındım. Sen dâhil, birçok arkadaşın kâlplerini yok yere kırmıştım.”

“-Bir gün, hiç unutmuyorum; sen saçını bağlamadığın için Hayriye Hanım’ın hışmına uğramıştın. O da sana…” Başladığı cümleyi ben bitirdim:

“-”Yasemin, kuyruk yoksa okul da yok. İşte o kadar!„ demişti tabiî.”

“-Ya sonra?…”

“-Sonrası mâlûm. İçeri giren arkadaşların, sınıfın penceresinden attıkları bir toka ile sınıfa girdim elbette.”

İkimiz de gülmekten ölüyorduk. Belki hatırladığımız olaylar basit şeylerdi; fakat onlar bizim, geçmişe, o güzel günlere dönüş biletlerimizdi. Onu dinlemek, öyle hoşuma gidiyordu ki, beni aramasının sebebini sormak ancak, susunca aklıma geldi:

“-Sâhi Merâl, beni niçin aramıştın?”

Birdenbire yüzünün şekli değişiverdi. Sanki dünyadaki bütün insanlar kendisine karşıydı ve ruhunda patlayan volkanın lavları, kelimeleşerek dudaklarından aktı:

“-Özledim be Yasemin, o yılları özledim; o sorumsuz günleri, beraber okuduğumuz kitapları, yazılılara hazırlandığımız geceleri, gittiğimiz sinemaları özledim. Sakın mutlu olmadığımı sanma! Eşimle, çocuklarımla çok mutluyum ama…”

Orada durdu. Düşünüyordu; belki ikimizi o yıllara döndürebilecek tek vasıta olan hatıra biletlerini ya da buralara getiren yılları… Sorumsuzluk nehrinden sorumluluk denizine akışın o müthiş hızı, geçmiş özlemini insanın benliğine bıraktığını keşfetmişti sanki…

Aslında benim de durumum Merâl’inkinden farklı değildi. Tek fark; onun bugünün yeknesâklığından dolayı geçmişi özlemesi; benimse bugünden bıktığım için hatıra biletlerinin peşinden koşmamdı.

Gerçekten de yaşamakta olduğum bugünden bıkmıştım. Bunun sebebini bulamamanın çâresizliği, ruhumu kemiriyordu âdetâ…Ne mimar olmak isterken, annemin korkunç ısrarlarına dayanamayıp doktor olmam; ne de mizâcıma hiç de uygun düşmeyen kocam. İkisi de olamazdı; çünkü ikisine de zor da olsa alışmıştım. Hayat bu… Ya sen ona alışacaksın; ya da o seni kendine alıştıracak. Ucu sonsuzda, meçhûle giden kader yolu…

Merâl, beni dikkatle dinliyordu. Sanki benim her zaman yaptığım gibi, duyduğu her kelimeye zihninde bir tur attırıyor; sonra da çıkardığı sonucu yüzüne aksettiriyordu. Kendine has sâfiyeti ile daha yeni farkettiğim şefkât dolu gönlünden gelen sözleri birleştirip beynime kazıya kazıya şu cümleyi söyledi:

“-Gerçekçi ol, imkânsızı iste. Bu, yirmiiki yıl önceki, mutluluk bile olsa.”

Birbirimize sarılıp adres alışverişi yaparken bile, bundan sonra «hatıra sarmaşığının» kurumaması için duâ ediyordum.


 

 

 

 

 

 

 
 


 
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol