yuce sevgim
  Kimsesiz Yalnızlık
 

Kimsesiz Yalnızlık

 

Yalnızdı. Belki de kimsesiz… Komşuları da olmasalar, şehrin ortasında kendini bir göç neticesinde terkedilmiş kurak bir toprak parçası olarak görebilirdi. Zirâ, bütün yakınları sonsuz bir diyâra göçmüşlerdi.

Bahçeye çıktı. Hava, yavaş yavaş kararıyordu. Yaklaşan sonbaharla birlikte yapraklarını dökmeye yüz tutmuş ağaçlar, sanki ansızın geçiveren ilkbahar ve yazın hatıraları ile yaşıyorlar; kederine keder katıyorlardı. Yalnızlığın kapladığı ruhuna şimdi de hatıralar saldırıyorlardı. Bu ev, bu bahçe… Her köşesinde sevdiklerinin hayâlleri… İçinde kesik kesik; kopuk kopuk bir çok şey…

Anlatmak istiyordu. Tek arzusu, içinde ne varsa paylaşmaktı. Geride bıraktığı kırkyedi yıl, ona göre, daha fazlasına izin vermiyordu. Çünkü, ölüm korkusu ve yalnız ölmek kâbusu, yüreğini öyle kaplamıştı ki, geleceğe ait umutlar içeri giremiyorlardı.

Kapı çaldı. İçinde korku ile karışık, ince bir merak… Kapıya doğru yürüdü:
“-Kim o?”
“-Benim Selma Teyze!”

Sesi hemen tanımıştı. Bu, bitişikte oturan Nuran Hanım’ın bu yıl ilkokula başlayan kızı, Ayşe’nin sesiydi. Kapıyı açtı:
“-Buyur yavrum.”
“-Selma Teyze; annem varsa, biraz mayalık yoğurt ricâ etti.”

Küçük kızın mâsum ifâdesi çok hoşuna gitti; hafifçe gülümsedi ve “dolapta olacak; gel vereyim.” dedi. İkisi birden bahçeyi boydan boya geçerek eve girdiler. Yoğurdu alan Ayşe, kapıdan çıkarken;
“-Teşekkürler Selma Teyze; iyi akşamlar!” demeyi de ihmâl etmemişti. Onun bu içten hareketi, Selma hanımın yüreğine sevgi yayı ile atılmış, şefkâtten bir oktu âdetâ. Sevgiye ve şefkâte öyle muhtaçtı ki… Bunu anlatabilmek, hissetmekten daha zordu. Hele hele bir çocuğun sevgisi… Bu arzuya, hayâlleri bile yetişemiyorlardı.

Yemeğini yerken, babasının yadigârı olan kitapların bulunduğu, dışarıdan bakınca bir köşkü andıran evin üçüncü katındaki odayı hatırladı bir an. Edebiyât öğretmeni olan babasının ona verdiği kitap sevgisi, liseyi bitirene kadar sürmüştü. Ya daha sonra?!… İçinde hiçbir şeyle dolmayan bir boşluk ve bu boşluğu her geçen gün biraz daha derinleştiren yalnızlık, bitmek bilmeyen günler ve insana hiç yaşanmamış gibi gelen kısacık yıllar…

Ahşap merdivenlerden çıkarak, odanın kapısına vardı. Renkleri iyice solmuş döşemeleri ile eski mobilyalar, yarım asırlık birkaç kilim ve kitaptan başka bir şey bulunmayan bu odaya girince, sanki onu, uzun yıllar ötesinden gelen tanıdık bir huzur karşılamıştı.

Lambayı açtıktan sonra, raflara titizlikle dizilmiş kitaplara şöyle bir göz gezdirirken, aralarından birini alıp okumaya başladı:

« ….Yalnızlık, kalbin atışından bile yeknesâk bir hayat süren insanların, her mevsim aynı sabaha uyanmalarıdır. O ancak, insanlar yakınlaştıkça, birbirlerini anlamaya çalıştıkça kimsesiz kalır. Bütün mesele, paylaşmayı bilmekte… Bir insanın, çevresindekileri mutlu etmekten başka, ne görevi olabilir? …»

. . . . .

Sabah oldu. Nedense o sabah, bir sonbahara âit olmasına rağmen, güneş, ona o kadar parlak geldi ki… Uyuya kaldığı koltuktan doğruldu. “Artık bugüne kadar sahip olamadıklarımla değil de, sahip olduklarımla yaşamanın zamanı geldi.„ diye düşünürken, Selma hanım, pencereden komşusuna seslendi:
“-Firdevs Hanım, beraber bir sabah kahvesine ne dersiniz?”
“-Hay hay!”


 

 

 

 

 

 

 
 


 
 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol